Bilindiği üzere Türkiye’de adına İslam denen bir dinimiz var. Ve keza bilindiği üzere nüfusun %90’ı da bu dinin mensubu bulunmaktadır. Ancak hasbelkader yaptığımız araştırmalar sayesinde tanık olduğumuz fevkalade öneme sahip bazı tespitlere göre elan yürürlükte bulunan din anlayışının, Kur’ân’î ilkelerle çakışık olmayıp çatışık olan bir din anlayışı olduğu söz konusudur.
Elan piyasada hemen her bir Müslüman’ın elinin altında bulunan Kur’ân meallerinin hemen hepsinde -ki bunlara Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla hazırlatılıp halkın yararlanmasına sunulan mealler de dâhil olmak üzere- ciddi önemi haiz bazı yanlış manalar bulunduğu TV programlarında dahi dile getirilmektedir. Hemen bütün İslam ülkelerinde vakti zamanında verilen bu farklı mananlar sebebiyle, Kur’ân’da ve Hz. Peygamber’in uygulamasında asla yeri bulunmayan ve adına mezhep denen gruplaşmalar vesilesiyle ciddi manada ayrışmalar oldu. Bu suretle birinin ilkesi olan bir konu veya uygulama, diğerinin reddiyesi halini aldı. Böylece yanlış yanlışı doğurdu ve Kur’ân bağlısı durumundaki insanlar –tabir yerinde ise- bölük pörçük oldular. Dikkat edilecek olursa elan yaşadığımız Irak ve Suriye çatışmalarında ölenin de adı Ahmet, Mehmet, Hasan veya Hüseyin; maalesef öldürenlerin de adı aynı. Peki, bu cinnet değil de nedir?! İşte adına cinnet denen bu melanetin çıkış noktasının, aşağıda örneklerini vereceğimiz yanlış yamalak verilen anlam ve yorumların olduğu ayan beyan -ve sanıyorum- ibretle görülecektir.
Bu konuda, künyesi aşağıda verilen eserde şöyle bir tespit yapılmaktadır “ Hıristiyanlar İsa aleyhi selamı tanrı yaptılar. Onlara göre İsa olmasaydı kâinat yaratılmazdı. Göklerde ve yeryüzünde görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar… Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır.
Yanlış inanç, bulaşıcı hastalık gibidir, çabuk yayılır. Yukarıdaki inanç Müslümanlara da bulaşmıştır. Uydurma bir hadiste Allah Teâlâ’nın Nebîmiz için şöyle dediği iddia edilmiştir: ‘Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.’ Kimi tarikatlara göre Muhammed aleyhisselam var oluşun başlangıcıdır. … Nebi için öldü denmez… Bu inancın tam şirk olduğu açıktır”. (Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 5. Basım, s.39-40).
22.12.2016 tarihinde TRT radyo 1’de Halit Yıldırım ile konuşmacı Prof.Dr. Ahmet Akbulut arasında cereyan eden “Önce İnsan” adlı programda, sunucunun konuşmacıya yönelttiği veli, şeyh, Mesih, mehdi, kıyamet ve benzeri hurafetikler konusunda sorulan soruya, verilen cevapta konuşmacının, bunların hepsinsin cinnet derecesinde birer safsata ve hurafe olduğu beyanına kulak misafiri oldum ve gerçekten toplumumuz adına hayıflandım. Kıyametin kopmasına ilişkin olarak daha başka programlarda tanık olduğumuz üzere kıyametin yekten kopacağı ve o işin bilgisinin sadece Allah katında var olduğu Kur’an’da açıkça bildirildiği halde halkımız arasında dolaşıp duran kıyamet alametlerinin tüm İslam âleminin de kabulleri arasında bulunuyor olması, “İndirilen Din” yerine “Uydurulan Din”in peşinde koşulduğu İslam Âleminin birer ferdi olarak hepimiz için cidden utanılacak bir durumdur. Aynı programda sunucunun beyanından anlaşıldığına göre ABD Washington Üniversitesinin “İslam Ahlakı ve Uygulaması” konusunda dünya çapında yaptığı bir araştırmada İskandinav ülkelerinin müspet anlamda birinci sırada yer aldığı, onların başında da Norveç’in geldiği; buna rağmen hiçbir İslam ülkesinin esamisinin dahi geçmediği gerçeğine bakıldığında ise bizlerin utanmamız gerektiğinin dışında ne söylenebilir ki?!
İslam Dini’nin prensipleri manzumesi olan ve adına Kur’ân dediğimiz İlahi Mektubu inadına anlaşılmadık bir dille okuyup ezberlemekteyiz. Naçizane kanaatimize göre, aslında Kur’ân’ın asla emri olmadığı halde bu sevdadan bir türlü geçmeyişimiz, bu sonucu doğuran yegâne amil olsa gerek. Bu konuda denebilir ki, cebinizde ve hatta ezberinizde taşıdığınız ve bir tehlikeyi haber veren ve hatta o tehlikeden nasıl kurtulacağımızın da tüm bilgileri mevcut olan o mektubu ezberimizde bulunduruyor olmamıza rağmen bize lazım olan o bilgilerden bihaber bulunuyor olmamız, Kur’ân’ı anlamaksızın ve orijinal olarak ezberlememiz aynı
manaya çıkmıyor mu? Hâlbuki Kur’ân’ı anlayarak ve anladığımızı yaşamak suretiyle Kur’ân’ı okumak Kur’ân’ın tedebbür olarak vurguladığı bir hükümdür. Merhum M.Kemal Atatürk ömrünün sonlarına doğru buna imkân sağlayıcı bir icraat olarak Kur’ân’a meal verdirerek parasız olarak ilk etapta 35.000 adedini bedelsiz olarak halkın istifadesine sunmuştu. Ama bu işin Kur’ânî boyutunu kavramaktan aciz olan ve kendilerini adeta Kur’ân’ın bekçisi sayan bir güruh “Türkçe Kur’ân Olmaz” sloganıyla ortaya çıkarak halkın inancını ifsada uğrattılar.
Halen halkın ciddi paralar vererek aldığı birçok meal nüshalarında bazı yanlış manalar verildiğini öğrenebilmekteyiz: Mesela İbrahim suresinin 4.ayetine yanlış olarak şöyle mana verildiği söz konusudur: “ Biz her elçiyi halkının dili ile gönderdik ki onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dilediğini saptırır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur”.
Bu şekildeki bir meal Allah’ın kitabını ve elçisini itibarsızlaştırmış olur. Çünkü Allah dilediğini saptırıp dilediğini yola getiriyorsa kitap ve elçi göndermesi cidden anlamsız olur. Burada kuluna seçme hakkı tanımayıp her şeyi kendi takdirine bağlamıştır. Böyle anlamsız bir işin Allah’a yakıştırılamayacağı açıktır. Böyle olunca da Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğu şüpheli hale gelir. Oysa söz konusu ayetin mealen anlamının şöyle olduğunu tespit edebiliyoruz: “ Biz her elçiyi kendi halkının dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah, sapıklığı seçenin sapıklığını onaylar; hidayeti seçenin de hidayetini onaylar. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim Suresi 4. Ayet). Bkz: yukarıda künyesi verilmiş bulunan eser, sayfa 184.
Bir başka yanıltıcı örnek de kadının tanıklığı hususundadır. “ …Erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun. İki erkek yoksa kabul edeceğiniz şahitlerden bir erkek ile iki kadın da olabilir. Biri yanılırsa diğeri hatırlatır. Şahitler çağrıldıklarında gelmezlik etmesinler. Borç ister büyük ister küçük olsun, vadesiyle birlikte yazmaktan üşenmeyin. Böylesi Allah katında daha doğru, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygun olur…” Burada belki de o dönemde kadının pek aşinası olmadığı bir alanla ilgili olsa gerek. Oysa zina suçu ve boşamalar konusundaki tanıklıkta böyle bir nisap söz konusu değildir. Yani kadın ve erkek ayrımı yapılmamıştır. Bu konuda da künyesini verdiğimiz esere bakılabilir. (Sayfa,391398)
Diğer taraftan kadercilik konusunda da bazı yanlış ifadeler kullanılmıştır. Oysa Kur’ân’a göre kader, Allah’ın yaratılış konusunda koyduğu ölçünün adıdır. Yani bir takdiri ifade etmektedir. Buna göre halkımıza empoze edilen kader anlayışı asla Kur’ânî değildir. Yani iddia edildiği gibi kader, ezelden bir yazgı değildir. Bunu şu ayet teyidetmektedir. “ Rabbimiz, bu dünyada bize iyilik yaz, Ahirette de. Biz sana yöneldik.” (Araf Suresi, 156. Ayet.) Şayet kader ezelden bir yazgı olsaydı, böyle bir ayet hiç olur muydu?
Son söz: Yukarıda, yüzeysel bir araştırma ile ortaya konulan tespitlerden anlaşılacağı üzere, İslam Dininin yegâne başvuru kaynağı olan Kur’ân terk edilerek bazı uydurma hadislerle veya Kur’ân’a yanlış anlamlar katarak halkın inanç sıhhati, tabir yerinde ise adeta hercümerç edilmiş durumdadır. Vaziyete göre başa, yani Asr-ı Saadet uygulamasına dönülerek halkın inanç ve ibadet anlayışı sil baştan ve yeniden düzenlenmelidir. Gerek Asr-ı Saadet ve onu takip eden yaklaşık bir buçuk veya iki asır sonra şu veya bu saikla ortaya konmuş bulunan din anlayışı sebebiyle ortaya çıkan mezhep uygulamasından derhal vazgeçildiği takdirde biz inanıyoruz ki İslam Âlemi bir RÖNESANS/YENİDEN DOĞUŞ yapacaktır. Hiç şüphesiz bu iş fevkalade zordur ama imkânsız değildir. Aksi halde mevcut cinnet uygulamaları asla İslam Âleminin peşini bırakmayacaktır. Bu da hiç şüphesiz emperyalistlerin işine gelecektir. Çünkü onlar bu sayede silahlarını ve dahi savaş araç ve gereçlerini İslam toplumuna satarak kazanç temin etmekteler. Bu nedenledir ki SİLAHLAR ONLARDAN CESETLER BİZDEN olmaktadır. Bu oyun mutlaka bozulmalıdır. Şayet bu oyun bozulmayacak olursa istikbal bu günü yargılayacak ve bu nesle hiç şüphesiz lanet okuyacaktır. Zira dinimiz hem ekmel bir dindir hem de karanlıkları kovan bir dindir. Ne zaman ki bizler cahiliye anlayışını adeta egemen kıldık, ilmi İslam bilginlerinin eserlerinden yararlanarak öğrenen EHLİ SALİP karanlığını yaşadığı orta çağı başımıza boca etmiş bulunmaktadır. Yüce Yaratıcının kullanmayı emrettiği aklımızı kullanmayıp nasıl ki ilimden uzaklaştık işte bu yüzden bu hallere düçar olduk. Hâlbuki Yüce Yaratıcı aklını kullanmayanların başına pislik boca edeceğini söylemektedir. Maalesef biz de bunu hak etmiş durumdayız. Ne kadar yazık!!!!